Titanik Filmine Bakış
- Berat Keskin
- 9 Eki 2022
- 10 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Kas 2022

Titanik filmi vizyona girmesiyle birlikte tüm dünyada ses getiren ve pek çok film eleştirmeni tarafından da övgüyle söz edilen bir filmdir. Bu film bir aşk filmi olsa da, içeriğindeki zengin yapıdan kaynaklı olarak pek çok farklı açıdan analiz edilmeye son derece uygundur. Ben de bu yazımda bu filmi farklı bir bakıştan değerlendireceğim.
Yayınladığım ilk yazım olan Suç ve Hata'nın içerisinde bilişsel mekanizmadan kısaca bahsetmiştim. Titanik filminin analizinden önce bu mekanizmadan biraz daha bahsetmemin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Bilişsel mekanizma benliğin işleyişini sürdürebilmesini sağlayan bir mekanizmadır. Benlik ise pek çok farklı parçadan oluşur. Alt benlik olan id, üst benlik olan süperego, ve bu iki parçayı dengeleyen parça olan ego yani benliğin kendisi. Bu kavramlar Freud’un psikanalitik ekolü oluştururken ortaya attığı ve psikoloji camiasında ses getiren, bir o kadar da kabul gören kavramlardır.
Bireyin fiziksel gelişimi devam ettikçe, benliğin de parçaları oluşur ve şekillenir. Bir bebek doğduğunda alt benlikle yani id ile dünyaya gelir. İd ise dürtülerin bulunduğu bir parçadır. Yaşam enerjisi olan libidinal enerji ve bunu temsil eden cinsellik dürtüsü benliğin id parçasındadır. Açlık dürtüsü, boşaltım dürtüsü, hatta ölüm dürtüsü dahi id parçasında yer alır. Bu dürtüler yaşamsaldır, yaşamla birlikte gelir ve ruhsallıkta sorgulanamaz ve geri döndürülemez bir yere sahiptir. Bir bebeği düşünün, bu bebek yaşamsal fonksiyonlarını ve hayatını bu dürtüler sayesinde sürdürür. Bu dürtüler bebeğin verdiği tepkileri ve davranışları da etkiler. Örneğin bir bebek acıktığında ağlar, tuvaleti geldiğinde altına yapar, annesinin memesini emer, uyur, kalkar, oynar… Bebekler id parçasının etkisi altında bebeklik yıllarını geçirirler. Çünkü üst benlik henüz oluşmamıştır ve belli bir yaşa kadar da bu parça bebeğin ruhsal kapasitesinden ötürü oluşturulamayacaktır. Ancak bebekler büyüdükçe, aile bireylerini, toplumu hem aile içerisindeki hem de toplumdaki bazı yasaları gördükçe üst benlik, yani süperego parçası oluşmaya başlar. Süperego toplumsal ve ‘medeni’ kuralların aslında bebeklere öğretilmesiyle oluşur. Aile içerisindeki yemek yeme düzeni, sıklığı, verilen tuvalet eğitimleri, giyim kuşamla, tavırlarla ilgili verilen tüm bilgiler bu noktada süper egonun oluşturulmasına örnek olarak gösterilebilir. İd kontrolünde olan bebek büyüdükçe her dürtünün her yerde dış dünyaya taşamayacağını, bazı kuralların olduğunu ve bu yüzden içsel dünyasında da bazı düzenlemeler yapması gerektiğini fark eder. Bu kolay da bir süreç değildir... Bazı bebekler memeden kesilirken zorluk yaşar, bazıları tuvalet eğitiminde, bazıları ise okula adapte olmakta… Dünyamız aslında kurallar bütünüdür. Her şeyin bir zamanı, bir yeri vardır. Toplumun düzeni için de bu böyle olmak durumundadır. Halbuki tüm bu kurallardan bir haber olan, capcanlı dürtüleri ve güçlü enerjisiyle dünyaya gelen bebek için ailedeki ve toplumdaki bu kurallara adapte olmanın çok da kolay olmayacağı pek tabii gözlemlenebilir.
Bu noktada dürtü ve arzu kavramına kısaca değinmemin yazının ilerleyen kısımlarında oluşabilecek kafa karışıklığını önlemek açısından önem arz ettiğini düşünüyorum. Dürtüler idden gelir, ve dürtülerin yönlendiği nesneler olur. Örneğin acıkan birisi aslında açlık dürtüsüyle temas etmiştir ve açlık dürtüsünün nesnesi de yiyebileceği yiyeceklerdir. Arzu ise dürtü aracılığı ile nesneye ulaşılmaya dairdir. Yani dürtünün yönlendiği o nesneler arzulanır. Muhtemelen de bu arzu sayesinde o nesnelere ulaşılabilir. Mesela bir birey acıktığı için bir pizza yemek isteyebilir. Bu noktada pizzayla ilgili olan, ona ulaşmayla ve onu yemeyle ilgili tüm bu düşlemler aslında arzu sayesinde gerçekleşir. Yani dürtüyle arzu aynı şey değildir. Arzu dürtünün nesneye ulaşmasını sağlar.
Bebek süperego ile id arasında bir orta nokta bulabilmeyi ego sayesinde yani benliği sayesinde gerçekleştirir. Çünkü süperegonun içselleştirdiği güçlü kurallar id üzerinde büyük bir baskı yaratır. Acıktığı zaman yemek yiyemeyebileceğini, tuvaleti geldiği zaman tuvaletini istediği yere yapamayacağını öğrenen çocuk dürtülerini kontrol etmeyi, ve ‘doğru’ zamanda, ‘doğru’ yerde, ‘doğru’ şekilde dürtülerini yaşayabilmeyi öğrenmelidir. İşte ego bu noktada devreye girer. Ego dürtülerin katı bir bastırmaya uğramasını, aynı zamanda da ulu orta açığa çıkıp ailede ve toplumda ‘norm dışı’ davranılmasını engeller. Hem alt benliği hem de üst benliği duyar ve orta bir yol bulur. Arzuyu da görür, yasağı da görür. Ruhsallık için en iyi olanı en iyi şekilde gerçekleştirmeye çalışır. Bunu yaparken savunma mekanizmaları gibi bilişsel mekanizmanın farklı parçalarından da yardım alır. Halbuki matematikte de olduğu gibi, her problem kolaylıkla çözülmez. Bazı problemler çok daha karmaşıktır, çok daha iç karıştırıcıdır. Ruhsallık ise doğamız gereği böyle zor problemlerle karşı karşıya kalabilir. Hissedilen her arzu, her dürtü, alınan her karar, her yasak, her savunma aslında benliğin, yani egonun ilgilenmesi gereken bir konudur.
‘Yasak aşk’ bu yüzden çok yaygın bir temadır. Günlük hayatımızda, televizyonda, dizilerde, kitaplarda, filmlerde karşımıza durmaksızın çıkar. Çünkü ruhsallığa dair önemli bir çatışmayı temsil eder. Bir yanda idden gelen dürtülerin yönlendiği nesneler ve o nesneye duyulan arzu , diğer yanda yasalarıyla ve yasaklarıyla ortaya çıkan süper ego. Peki ego ne yapacaktır? Arzusunun peşinden mi gidecektir, yoksa bu kuralları duyacak ve içselleştirecek midir?
İşte Titanik bence pek çok yönüyle sembolik olarak bu çatışmayı ortaya koyan bir filmdir. Bunu hem karakterler üzerinden ortaya koyar hem de isminden de anlaşıldığı üzere geminin kendisi de son derece önemli sembolizasyonlar barındırır. Titanik gemisi aslında olan biten tüm bu sürece ev sahipliği yapar.
Bu yüzden incelemek istediğim ilk nokta geminin kendisidir. Geminin yapısal düzenine baktığımız zaman geminin fiziki bölümleri aslında belli kategorilere ayrılmıştır. Yolcular da 1. Sınıf, 2. Sınıf ve 3. Sınıf kategorileri üzerinden bilet almışlardır. 1. Sınıf biletine sahip bireyler gemiye farklı bir noktadan biner, geminin farklı bir bölümünde konaklar, orada yemeklerini yer, kısaca tüm vakitlerini orada geçirirler. 3. Sınıf bilete sahip bireylerin ise gemiye girdiği, konakladığı ve vakitlerini geçirdiği bölümler hem fiziki koşul olarak hem de gemi içerisinde denk düştüğü lokasyon olarak 1. Sınıftaki yolculardan farklıdır. Gemide aslında görünmez bir bariyer vardır ve bu bariyer farklı sınıf biletlerine sahip bireyleri birbirinden ayırmaktadır.
Gemideki fiziki konumların farklı biletlere sahip bireyler için birbirinden ayrılmış olması ve bu bölgelerin birbirinden farklı görünüyor olması aslında sembolik bir anlam kazanmasına yeterlidir. Bu ayrım tıpkı aynı şehirdeki farklı ilçelerin farklı ekonomik ve sosyal düzeydeki insanlara ev sahipliği yapması gibidir. Bu yüzden söz konusu olan bu ayrım filmdeki karakterlerle birlikte daha anlamlı bir hale gelir. Karakterleri filmde izleyip onları tanımıyor olsaydık, sadece fiziki ayrıma göre pek çok yorumu yapamıyor olabilirdik. Ancak karakterler bu ayrımdaki sembolizasyonu anlamlı hale getirmeye yardımcı olmaktadır.
Örneğin geminin 1. Sınıf bölümünde seyahat eden yolcuların göze çarpan bazı özellikleri vardır. Kıyafet tarzları, görünüşleri, yaptıkları etkinlikler ve iletişimleri, hayatlarındaki kurallar… Tüm bunlar 3. Sınıfta seyahat eden bireylere göre son derece farklıdır. Filmin ilk dakikalarından itibaren bu fark göze çarpar. Bu farklılıklardan bir tanesi 1. Sınıfta yolculuk eden insanların hayatlarındaki kurallardır. Bu kurallar hemen her yerdedir. Yemek yerken kullandıkları çatal bıçakların sırası ve sayısı örneğin. Akşam yemeği için herkes bir kural varmışçasına giyinir, hazırlanır. Yemekten sonra kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında vakit geçirirler. Geçirdikleri vakit sırasında da bu kurallar göze çarpar. Erkekler politika ve ticaret konuşur, puro ve viski içer. Kadınlar ise yemek alanında kalır, genellikle dedikodu yapar. Herkesin birbirine davranışı son derece ‘medeni’ gözükmektedir. Erkekler kadınların ellerinden öperek onları selamlarlar. Bu örnekler sayıca artırılabilir. Tüm bunlar son derece kurallı ve yasalara bağlı olarak yaşadıklarını göstermeye yeterlidir. 1. Sınıfta seyahat eden bireylerin bu kuralcılığı ve dürtülerine uzaklığı ise benim aklıma süper ego kavramını getirdi. Dolasıyla Titanik gemisinin 1. Sınıf yolcularının ağırlandığı kısım, ve bu kısımda seyahat eden yolcular aslında süperegonun bir temsili olabilir diyebiliriz.
Ancak 3. Sınıfta seyahat eden bireylere baktığımız zaman, orada böylesine göze çarpan, belirleyici ve hayati kurallar yoktur. Bireyler daha çok canının istediği gibi davranır. Bu sınıftan bir bilete sonradan sahip olan Jack’in gemi biletini kumar masasında kazanması ve sorgulamadan bu gemiye binmesi dahi dürtülere ve bu dürtülerin gelişigüzel şekilde hayat bulmasına bir örnek olabilir. 3. Sınıfta seyahat eden bireyler 1. Sınıfta seyahat eden bireylere kıyasla ‘canının istediği gibi’ davranabilmektedir. Gemi güvertesinden okyanusa tükürmektedirler, bira içip dans etmektediler, istedikleri gibi giyinmektedirler örneğin. Burada dürtüler vardır, bu dürtüler daha görünürdür, ortaya çıkabilmek için de daha geniş bir alan bulurlar. Bu dürtüler aynı zamanda kurallardan görece daha bağımsız olarak hayata geçmektedir. Dolasıyıla Titanik’in 3. Sınıf yolculara ev sahipliği yaptığı kısım ve burada seyahat eden yolcular aslında alt benliğin, yani idin temsilidir diyebiliriz.
Zaten dizide de geminin bu bölümlerini temsil eden baş karakterler vardır. Jack bu bakış açısına göre idi temsil eder. Üst benliği, yani süperegoyu temsil eden kişi ise bana göre Caledon’dur. Rose ise bu denklemde çok daha özel bir yerdedir. Filmin de baş karakteri Rose’dur. Rose 1. Sınıfta seyahat eden bir birey olmasına rağmen tüm bu kuralların onun tarafından çok daha görünür ve yer yer rahatsız edici derece olduğunu izlerken fark edebiliriz. Rose 1. Sınıfta yolculuk etmenin, dahası 1. Sınıfta yolculuk edebilcek bir hayata sahip olmanın çatışmalarını yaşayan bir karakterdir. Tümüyle bu hayatın yasalarını içselleştiremez, ancak adapte olmaya çalışır. Dolayısıyla Rose aslında arzulayan, dürtüleriyle temas halinde olan biridir ve bu dürtülerle 1.sınıftaki diğer yolcular gibi başa çıkamaz. Çıkmalı mıdır? Bu soru bizi farklı bir yere götüreceği için bu soruyu şimdilik cevapsız bırakmak durumundayım. Ancak Rose’un hem arzularıyla, hem de yasaklarla temas halinde olmasından ve yaşadığı hayatın kurallarına adapte olmaya çalışmasından ötürü Rose aslında benliğin, yani ego’nun temsilidir diyebiliriz. Hatırlarsanız ego da hem idle hem de süperegoyla temas halindedir. Ego idden gelen dürtüleri duyar ancak bunu süperegonun kurallarına uygun bir şekilde gerçekleştirmeye çalışır ve adeta bir köprü görevindedir.
Bu yüzden bu analizde filmde de olduğu gibi Rose’u başrol olarak kabul edecek, ve olayları önün gözünden değerlendireceğim.
Film’de Rose’un Jack karakteriyle buluşma anı son derece önemlidir. Rose tam intihar edecekken Jack ile karşılaşır. İntihar konusunun filmde işlenmesini de son derece anlamlı buluyorum. Çünkü 1. Sınıfta seyahat eden bireylerin oluşturduğu topluluktaki o kurallar, bireyleri idden, dürtülerinden ve dolasıyla arzularından da alıkoymaktadır. Bırakın arzuların hayata karışmasını, o topluluktaki bireylerin pek çoğu arzularıyla temas etmemeyi bir şekilde başarmış dahi olabilir, izlediğim kadarıyla da öyledir. Çünkü arzuların ortaya çıkabileceği, barınabileceği ve kabul göreceği bir alan bu topluluğun içerisinde bulunmamaktadır. Herkesin nasıl giyineceği, nasıl davranacağı, ne yapacağı hatta kiminle evleneceği dahi bellidir. Tıpkı Rose gibi. Rose annesi tarafından Caledon’la evlendirilmeye zorlanmaktadır. Bu kararın kendisi dahi arzu kavramından uzaktır. Bu karar mantıkla verilen bir karardır. Ancak Rose’un iç dünyasında da büyük çatışmalara sebep olmaktadır, çünkü hem Rose’un arzularını kapsamaz hem de bu kararın hayata geçmesiyle Rose hayatını arzularından uzakta geçirecektir. Ruhsallığında süperegonun böylesine güçlü bir etkiye sahip olduğu bireyler idlerinden dolasıyla dürtülerinden uzaklaşacağı için iç dünya görece kuraklaşacaktır. Kuruyan, dürtülerini ve pek çok duyguyu da kaybetmek üzere olan bir iç dünyaya sahip bir birey de dış dünyayı daha anlamsız ve görece daha az yaşamaya değer görebilir. Rose’da filmde hayatının anlamsızlığına vurgu yapmaktadır. Ve o intihardan Rose'u yani egoyu, Jack yani alt benliği kurtarır.
Rose Jack’le karşılaştıktan sonra ide dair pek çok şeyi fark etmeye başlar. Jack’in temas halinde bulunduğu dürtüleri ve duyduğu arzular Rose’u şaşırtır. Bu buluşma Rose’un da kendi dürtülerini keşfetmeye başlamasını sağlamıştır. Rose’da Jack gibi gemi güvertesinden tükürür, Jack’in çizdiği resimlere modellik yapmak ister, Jack ile sık sık geminin 3. Sınıf yolcularına ayrılan kısmına kaçar. Üstelik tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, filmde de bu son derece zor ve sancılı bir süreçtir. Rose sık sık annesi tarafından ayıplanır. Çevresindeki pek çok kişinin koyduğu kısıtlamalara maruz kalır. Jack’in yolculuk ettiği bölüme gitmesi bile bir süre sonra yasaklanır. Bir yandan da Rose’un yükselen libidinal yani yaşamsal enerjisi hem ailesi ve yakınları tarafından hem de Rose’un kendisi tarafından fark edilir ve bu artık geri dönülmez bir süreci başlatmıştır. Rose’un Jack ile karşılaşmadan önce adapte olmaya çalıştığı hayat, dürtülerin ve arzularının ortaya çıkmasıyla birlikte çok daha zorlaşmıştır.
İçeride bir yerlerde var olan arzuların ortaya çıkmasıyla birlikte artık bir şeyler değişir. Bu her ne kadar beraberinde bir kaos getirecek olsa da…
Uzun süre süperego ve id arasında, yani 1. Sınıf ve 3. Sınıf arasında, bocalama yaşayan Rose, bir süre sonra artık arzusuna teslim olur. Jack’le bir ilişkiye başlar, yasalar ve kurallar anlamını yitirmiştir artık. Ve tam da bu arzuya teslim olduğu gece gemi buzdağına çarpar.
Buz dağı psikanalizde çok önemli bir semboldür. Freud ruhsallığı buz dağı üzerinden açıklamıştır. Buz dağının su altındaki görünmeyen kısmı, su üstünde görünen kısma göre son derece büyüktür. Tıpkı bireylerin farkında olabildiği görece küçük ve bilinçli kısım ve farkında olamadıkları çok daha büyük bilinçdışı kısımda olduğu gibi.
Bunu hem psikolojik hem de sanatsal bir perspektiften yorumladığımın altını çizmem gerekiyor. Titanik gerçekten de yaşanmış bir olay ve tabiiki Rose ve Jack ilişkisinden dolayı gemi buz dağına çarpmadı… Ancak filmin işlenişi ve tüm bu olayların kazanabildiği sembolik anlamlar ruhsallığı da anlamamıza yardımcı olabilir. Benim de amacım zaten tam olarak bu. Buradaki incelediğim sembolik dil üzerinden bireyin ruhsallığına dair bir şeyleri anlatabilmek…
Evet, gemi tam da o gece buz dağına çarpıyor. Gemi su almaya başlıyor. Bu noktada gemiye benliğin bir temsili demiştik. Rose’un ruhsallığında ortaya çıkan büyük bir arzu… Ancak arzunun büyüklüğü kadar da koyulmuş olan ve içselleştirilmeye çalışılan yasalar… Arzunun ortaya çıkışı güncel hayatta da bireylerin ruhsallığında bazı çatışmaları ortaya çıkaracaktır. Hatta bazen geminin yani benliğin bir buz dağına çarpmasına da, geminin su almasına da sebep olabilir. Psikolojik rahatsızlıkların ve pek çok semptomun oluş nedenlerinden bir tanesidir bu anlattığım durum. Her zaman gemi batmayabilir, ancak bazen de batabilir. Aşk için ölen veya intihar eden bireyler her zaman toplumda yer bulmuştur.
Bu noktada geminin batışını incelemek istiyorum. Gemi ilk olarak 1. Sınıftaki yolcuların seyahat ettiği bölümden su almaya ve batmaya başlıyor. Bu aslında ortaya çıkan arzu karşısında süperegonun işlevini kaybetmeye başlaması gibi görünmektedir. Yasalar artık geçerliliğini yitirir ruhsallıkta da. Ancak süperego da ruhsallığın bir parçasıdır ve ruhsallığın var olabilmesi, işlevsel olarak varlık gösterebilmesi için son derece önemlidir. Bu yazımdan süper ego ‘kötüdür’, ‘kurtulmak gerekir’ mesajı vermek amaçlarımdan birisi asla değildir. Çünkü ruhsallığa dair bir parça ne kadar kötü olabilir. Ancak bazen bireylerin ruhsallığında süperego etkisini fazlasıyla artırabilir, idi baskılayabilir ve bu durum bireyin ruhsallığında bazı problemlere sebep olabilir, Rose’da olduğu gibi.
Jack’in etkisiyle Rose’un iç dünyasında ortaya çıkan bu arzular, süperegoyu işlevsiz bırakmıştır. Bunu çarpmayla geminin öncelikle 1. sınıf bölümünden su almasından anlayabiliriz . Daha sonra, su alan ve batan süperegodan sonra, geminin 3. sınıfa ait bölümü okyanusta dikleşmiştir, adeta şaha kalkmıştır. Bu sahne filmin de en etkileyici sahnelerinden biridir. Garip bir tesadüf olacaktır ki Freud da egoyu 'şaha kalkan bir atın üzerindeki şövalyeye' benzetmiştir ve bu benzetmedeki şaha kalkan at iddir. Tıpkı filmde gemi batarken şaha kalkan kısmın 3. sınıflara ait olan o bölüm olması gibi...
Ruhsallık perspektifinden değerlendirecek olursak, süperegonun işlevinin böyle bir zarar görmesinin sonucu da benzer olacaktır. Terazideki dengenin bozulmasıyla birlikte ruhsallıkta etkisini artıracak olan güç id olacaktır. İşlevsiz kalan süperego idden gelen dürtülerin kontrolsüzce benlikte yer bulmasına sebep olur. Egoyu etkisi altında bırakır. Ancak terazinin dengede olması, ruhsal mekanizmanın da sağlıklı ve işlevsel olması için son derece önemlidir. Gemi de bu şekilde okyanus üzerinde varlık gösterip ilerleyebilmektedir.
Geminin okyanusta batmaya başladığı tüm bu süreçlerde, Rose sadece Jack’in peşinden gitmektedir. Jack’in peşinden giden tek kişi Rose’da değildir. Süperegoyu temsil eden Caledon’da Jack’in peşine düşmüştür artık, çünkü bozulan tüm bu işleyişten ve Rose’la olan ilişkisinden Jack’i sorumlu tutar, yani idi… Ve Caledon gemi batarken bıkmadan Jack’i öldürmeye çalışır, peşine birilerini yollar… Rose’da Jack ile birlikte Caledon’la mücadele etmek zorunda kalır.
Caledon kendini bir filikaya attıktan sonra ve gemi batmanın eşiğine geldikten sonra, gemi büyük bir gürültüyle çatlar, ve ortadan ikiye ayrılır. Şaha kalkan id kısmı da suya gömülür… Jack ve Rose ise o gemide son kalan ve geminin batmasına eşlik eden son iki kişi olur. Tam da 3. kısımdaki güverteden bütün bu batma anına şahit olurlar.
Rose ve Jack için artık ölüm kaçınılmazdır. Koskoca ve dondurucu soğuktaki okyanusun ortasında kalmışladır. Artık o güvenli ve onları okyanusun üzerinde tutan gemileri yoktur. Batan, çatlayan ve kırılan şey benliğin kendisi olmuştur. Bu noktada, Jack Rose’un hayatta kalabilmesi için kendisini feda eder. Rose’un, egonun, yani benliğin kurtulması, ruhsallığın da hayatta kalabilmesi için en önemli koşuldur. Arzu ne kadar güçlü olursa olsun, yaşamın devam edebilmesi egoya bağlıdır ve ego ruhsallığı sağlam ve hayatta tutabilmek için her yolu dener, filmde de olduğu üzere…
Ve Rose Jack’in okyanusun derinliklerinde kayboluşunu izler. Ancak kurtulur. Kaybedilen arzunun okyanusun derinliklerine gömülüşüne Jack’in hayatını kaybettiği o sahnede tanık oluruz. Ve Rose o kaybolan arzunun yasını tutar. Kurtulduktan sonra kimseyle evlenmemesi, bu büyük aşkın, kaybın ve gerçekleşemeyen arzunun hayat boyu yasını tuttuğunu gösterir…
İşte ruhsallığa dair çok temel bir çatışma, bu filmin içerisinde yer bulmuştur. Bunun kasıtlı olup olmaması, yönetmenin burada anlattığım şeyleri düşünüp düşünmemesi pek de bir önem arz etmez, çünkü sanatın güzel yanı da budur. Her birey kendi gözünden görür. Ben de bu filmi ruhsallıkla ilgili böylesine önemli ve temel bir konu üzerinden sizlerle paylaştım. Çünkü önemli olan film çekilirken neyin amaçlandığı değil, insan ruhsallığının keşfidir…
Commentaires